24 Mart 2014 Pazartesi

İlk Türk Devletlerinin Kuruluşunu Etkileyen Faktörlere ve İlk Türk Devletlerinin İdare Teşkilatına Genel Bir Bakış


İlk Türk Devletlerinin Kuruluşunu Etkileyen Faktörlere ve İlk Türk Devletlerinin İdare Teşkilatına Genel Bir Bakış



Devletler üzerinde kuruldukları coğrafya ve toplumsal-ekonomik yapıların eseridir. Orta Asya’da kurulan ilk bozkır devletlerinin yapısını belirleyen en önemli faktör coğrafyaydı. Bozkır devletlerinin varoluş, gelişim ve yok oluş aşamalarını hakkı ile anlayabilmek için bozkır coğrafyasının özelliklerini ve bozkır halklarının yaşayış tarzını bilmek gerekir. Orta Asya bozkırı, birbirinden çetin iklim ve yer şekillerine sahip geniş bir araziydi. Bu çetin şartlar ve bozkır toprağının elverişsizliği, coğrafya insanının hayvancılıkla uğraşmasını kaçınılmaz kılmıştı. Ancak iklimsel koşulların değişkenliği ve hayvanlar için gerekli çayırlık alanların sınırlılığı, göçebeliğin hayat tarzı olarak belirlenmesine yol açmıştı. Bu sebeplerin doğurduğu göçebe çobanlık, eski Türklerin hem yaşam biçiminin hem de geçim kaynağının esasını oluşturmuştu. Göçebe çobanlıkla uğraşan topluluklar ömürlerini, yağışlı ve çayırlı bölgelerin bitmek bilmez arayışı, coğrafyanın sertliği, kaynakların kısıtlılığı, paylaşım mücadelesi içerisinde geçirmekteydi. Mücadele alanının genişliği sebebiyle at, göçebe hayatın vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti. Bu yaşam biçimi bozkır toplumlarının savaşçı ve at kullanımında maharetli bir karaktere sahip olmasını sağlamıştı. Bu yaşam biçiminin diğer önemli sonucu ise güçlü orduya sahip tarihin en hareketli devletini ortaya çıkarmasıdır.


Bu olumsuzlar arasında göçebelerin hayatta kalması ancak bir sürü sahibi olmasına ve sürüsünü koruyabilmesine bağlıydı. Göçebenin hayatta kalmasını sağlayan çobanlık geniş alan gerektirirdi. Üretim çapının artışı etnik çeşitliliği de beraberinde getirmişti. Çobanlık hayat tarzı küçük aile tipini gerektirmiş ancak korunma veya yağma zamanlarında bir araya gelmeyi zorunlu kılmıştı. Yaşam sahasının çetin ve geniş oluşu, bozkıra hâkim düzensizlik ortamı, aileleri kabileler oluşturmasına kabilelerinde boylar halini almasına neden olmuştu. Otlak ve sürülerin korunması veya komşu otlak ve sürülerin yağmalanması gerekçeleri ile bir araya gelen aileler arasındaki birliktelik uzun süreli olmamış, amacın kaybolması veya daha karlı ittifaklar aileleri farklı tutumlara sevk etmişti. Çin tehdidi gibi boyların ve bodunların güçlerini aşan güçlükler ve kıtalar ötesi hedefler örgütlenmeyi zorunlu kılmış ve ilk bozkır devletlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Böylece yaşam şartları ve hedefler örgütlerin uzun ömürlü olmasını engellemiş ve ilk Türk devletlerinin, ortak amaç çerçevesinde bir araya gelmiş boylardan oluşan konfederasyon tipi kısa ömürlü devletler olmasına neden olmuştu.

Yukarıda sayılan şartlar içerisinde kurulan ilk Türk devletleri olan Hun, Göktürk ve Kutluk devletleri neredeyse birbirinin aynısıdır. Bu devletlerden sonra kurulan Uygur Devleti de bu şartlar içinde kurulmuştur. Fakat yerleşik hayata geçmeleri ile birlikte farklı bir görünüm kazanmışlardır. 

Çoğu Türk Devleti gibi ilk Türk Devletleri de karizmatik ve güçlü görünüme sahip bir lider etrafında kurulmuştu. Devlet teşkilatının merkezinde kağan yer almakta ve maiyeti üzerinde güçlü bir otoritesi bulunmaktaydı. Eski Türklerde kağan ismini alan bu hükümdarın yönetim yetkisinin Tanrı ihsanı olduğu düşünülmekteydi. İnanışa göre; Tanrı insanoğlunu yaratmış ve kağanı bu insanlığın başına hükümdar kılmıştı. Tanrının, kutlanan kağana tüm dünyanın idaresini vaat ettiğine inanılmıştı. Hun, Cengiz, Timur ve Osmanlı İmparatorluklarındaki cihan hâkimiyeti arzusu bu inanışın bir sonucudur. Tanrının bu ihsanı koşulsuz değildi, hakanın da bu yetkiyi devam ettirebilmesi için, Tanrının yolunda savaşması, halkını dış tehditlerden koruyarak refah içinde yaşatması, adaleti sağlaması ve en önemlisi töreye uyması gerekmekteydi. Tanrının kağanı kutladığı/kutsadığı düşüncesi bilindiği üzere kut anlayışıdır. Kağanın ülkenin doğu kısmında bulunması, tahtın ve otağın doğuya bakması ve kağanın otağ kapısından çıkınca kutsal güneşi selamlaması gibi sembolik uygulamalar hep bu inanışın bir yansımasıdır. Kağanlar kullandıkları unvanlarda özellikle Tanrı ile yakınlıklarını göstermeye çalışmış ve kağanın soyu anlatılırken efsanevi öğeler seçilmişti. Kurucu ataların dişi kurt tarafından yetirilmesi ve demircilik yeteneği ile dağın eritilmesi en bilinen motiflerdir. Kağan böylece iktidarını daha da meşrulaştırmış ve daha da güçlendirmiş olmaktaydı. Metafizik söylemlerle devlete meşruiyet sağlamak yöntemi, o kadar etkili ve inandırıcı bir nitelemeydi ki Avrupa’da Fransız Aydınlanması’na bizde ise Cumhuriyet’e kadar neredeyse tüm yöneticilerin referans noktası olmuştur. Yönetim yetkisinin Tanrı kaynaklı olduğu inanışı o dönem tüm zamane devletlerinde mevcuttu. Fakat Türk kağanının Tanrı tarafından görevlendirilmiş olması Bizans İmparatoru gibi aziz veya Sasani şahı gibi yarı-tanrı görülmesine yol açmamıştı. Başarısız seferler, ekonomik yoksunluk, adaletsizlik veya törenin uygulanmaması gibi kötü idare biçimleri kağanın hükümdarlığını sonlandırmıştır. Kağanın belirlediği varisin kurultayca reddedilmesi ve kağanın hükümdarlığının kurultayca sonlandırılması kut anlayışının kağana ve ailesine hayat boyu bağışlanmadığını göstermektedir. Bu süreçte kuşkusuz en büyük rolü kurultay oynamaktaydı.

Toy adı verilen kurultayın yılda üç defa toplanması törenin gereğiydi. Toylara katılan boy ve bodunların lider ve yardımcıları katı bir protokol çerçevesinde ağırlanmaktaydı. Boy ve bodun liderlerinin toy ve devlet içindeki konumları gösterdikleri başarılara göre değişmekteydi. Toylara, Moğollarda sadece asiller katılırken, Hun ve Göktürklerde boy liderlerinin yanı sıra halk da iştirak edebilmekteydi. Yılın ilk toyunda ağırlıklı olarak dinsel ritüeller yerine getirilmekte, yeni yıl için selamet ve zafer dilemek için tanrıya yakarılmaktaydı. Yılın ikinci toyunda ise daha çok siyasi gündem ağırlık kazanmaktaydı. Kağan seçimi, politikaların gözden geçirilmesi ve hedefler doğrultusunda görev ve yetki dağılımı bu toyun ele aldığı konular arasındaydı. İkinci toy ilkbahara denk geldiğinden şenlik havasında geçer, ziyafetler verilir, oyunlar düzenlenir, tanrılara kurbanlar adanır ve bu fırsatla boylar arasındaki ilişkiler geliştirilirdi. İlkbahar toyuna katılım şartı ve aksi hali devlete ihanet ile bir görülmekte, davete uymamanın önce Tanrıya sonra kağana hakaret olduğu düşünülmekteydi. Son toy sonbaharda toplanır ve devletin gücünün anlaşılması için insan ve hayvan sayımı yapılırdı. Toy normal zamanlar dışında olağanüstü nedenler ile kendiliğinden ya da kağanın çağrısı ile toplanıyordu. Devletin kuruluş yasasının belirlendiği ilk toy en büyük toy olma özelliğini taşıyordu. Toyun siyasal karakterinin yanı sıra yasa yapma işlevi de mevcuttu. Her ne kadar yasa yapma süreci kağan tarafından başlatılıyor ve onun kontrolünde gerçekleştiriliyor olsa da toy üyeleri yaptıkları katkılar ile töre oluşumunda önemli bir paya sahip oluyorlardı. Toyun onayı ile işlerlik kazanan kağan töreleri, halk içinden çıkan törelerle beraber devletin siyasi ve sosyal yapısını şekillendiren yasaları oluşturuyordu. Yazılı olmayan kurallardan oluşan töre, Eski Türklerin siyasal ve sosyal hayatında büyük öneme sahipti. Tecrübelerden ve kağanların uygulamalarından meydana gelen töreyi, hem mevcut topraklarda hem de ele geçirilen topraklarda vakit kaybetmeden uygulamak, tahta oturan kağanın ilk icraatları arasındaydı. Bu törelerin uygulanması ve törelerin gerektirdiği cezaların infazı başta kağan olmak üzere boy beyleri dâhil diğer tüm yöneticilerin sorumluluğundaydı. Yönetici zümrenin töre cezalarından neredeyse muaf olduğunu ya da cezaların yöneticilere çok hafif şekilde uygulandığını ve böylece yönetici zümrenin adalet sisteminde ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğunu belirtmek gerekir. Bu ayrıcalığı günümüzdeki yasama dokunulmazlığına benzetmek mümkündür. Hayatın zorlukları töreleri mümkün olduğunca sertleştirmiş ve göçebe hayat şartları cezaların oluşumda birinci dereceden etkin rol oynamıştı. Göçebe hayatında hapsetme gibi bir cezanın imkânsızlığı ağır suçların infazında idamı ve daha hafif suçlarda da tazminat ödeme uygulamasını zorunlu kılmıştı. Kağanın bulunmadığı dönemlerde toy, aygucı unvanlı kağan danışmanı başkanlığında toplanıyordu. Kağan danışmanının protokoldeki yeri her zaman için kağanın yan tarafıydı. Aygucıların toy içerisindeki varlığı ve devlet idaresindeki konumları belirleyiciydi. Kağanlar gibi onlarda bulundukları konumun kendilerine tanrı hediyesi olduğunu düşünüyorlardı. Aygucı’nın kağan karşısındaki konumu bir danışmandan öteye gitmemişti. Ancak bu, kendilerini devletin ve törenin koruyucusu ve kurtarıcısı olarak görmelerini engellememiştir. Günümüzde en çok bilinen aygucı Göktürklerdeki Tonyukuk’tur. Danışmanların yanı sıra kağana idarede yardımcı olan buyruk adında yardımcılarda vardı. Kağan tarafından göreve getirilen buyruklar, toy kararlarının uygulanmasında görevliydi. Buyruklar görevlerinde kağana karşı sorumluydu.

İdarede kağan, boy ve bodun liderleri, aygucı ve buyruklardan başka kağanın eşi hatununda yeri vardı. Hatta hatun, karar alma sürecinde kağan kadar etkiliydi. Kendilerine ait otağları ve buyrukları bulunur, protokolde kağanın yanında yer alır, diplomaside elçi gönderir ve kabul ederlerdi. Gerektiğinde naibe olarak bizatihi tahta geçen hatunlarda görülmüştü. Bu bağlamda tarihin bilinen ilk kadın hükümdarının bir bozkır devleti olan İskitlerde görülmesi bir rastlantı değildir. Hatunlarında tıpkı kağanlar gibi tanrı inayeti taşıdığına inanılmaktaydı. Kağanların evliliklerini belirleyen unsur, siyasetti. Bu nedenle kağan eşlerinin güçlü bodunlardan olmasına özen gösterilir, gerektiğinde yabancı hanedanlardan stratejik amaçlarla evlilikler gerçekleştirilirdi. Ancak böylesi evliliklerin taht silsilesini bozmasına karşı azami özen gösterilmiş ve kağanın ilk eşinin soylu Türk boyundan ve dolayısıyla veliahdın da bu anneden olmasına dikkat edilmişti.

Eski Türk Devletlerinde tahta geçme usulünün bir sisteme oturtulmayışı, adeta mevcut karizmatik hükümdar modelini teşvik etmiş ve liyakat sahibi kişilerin başa geçmesini meşru saymıştı. Bu sebeple Fatih Kanunnamesi’ne kadar sürecek ve devletleri hızlı bir çöküş sürecine sürükleyecek kanlı veraset savaşlarına neden olmuştu. Kuşkusuz bu sürecin gerilimini en fazla hissedenler veliahtlar, yani tiginler olmuştur. Tiginler, kağandan sonra tahta geçme hakkına sahip kağanın erkek kardeşlerinden ve erkek çocuklarından oluşuyordu. Tiginler, idare sanatında gelişmeleri için devletin sağ veya sol kanadında başbuğluk görevlerine getirilmişti. Bazen devleti oluşturan boyların birinin kontrolünün de verildiği olurdu. Görevlendirme ile beraber tigine, güvenliğini sağlamak ve komutanlık kabiliyetini geliştirmek amacıyla bir tümen asker tahsis edilirdi. Kağandan sonra gelen en büyük makam devletin sol yanının idaresinden sorumlu yabguluk makamıydı. Bu makam genellikle kağan kardeşlerine bahşedilmişti.

Boylar, tıpkı devlet örgütünde görüldüğü gibi ordu teşkilatlanmasında da merkezi bir öneme sahipti. İlk Türk Devletlerinde savaşçılık hayat şartlarının doğurduğu olağan bir özellikti. Devletin daimi bir ordusu yoktu. Barış zamanın da normal hayatlarını yaşayan boy liderleri ve birlikleri, savaş zamanında birleşerek devletin federasyon ordusunu oluşturuyordu. Bu ordunun başkomutanı kağandı. Kurmaylık ve ordu komutanlığı görevlerini de kağanın yardımcıları ve kardeşleri üstlenmişti. Eski Türk Devletleri devlet teşkilatlanmasın da belki yerleşik haldeki devletlerin gerisinde olabilir, fakat ordu teşkilatlanmasın da uyguladıkları onlu sistem, tarihteki orduların çoğu tarafından kabul görüp uygulanmış ve hale uygulanmaktadır.

Sonuç olarak sayılan bilgiler bize Eski Türk Devletlerinin meydana gelmesinde ve Eski Türklerin hayat tarzının belirlenmesinde coğrafyanın en belirleyici unsur olduğunu göstermektedir. Eski Türklerin yaşayışlarını düzenleyen diğer en önemli unsur ise töre olmuştur. Cumhuriyete kadar uzanan kut anlayışının ve Fatih Kanunnamesi’ne kadar varlığını sürdüren ve birçok Türk Devleti’nin erken yıkılmasına neden olan tahta geçme usulünün belirsizliğinin Eski Türk Devletlerinden miras kaldığı görülmektedir. Karizmatik lider modelinin varlığını günümüzde de görmemiz mümkündür. Eski Türklerde kadının toplum içindeki önemli konumunun devlet idaresine yansıması, güçlü yetkilere sahip Hatunluk makamını oluşturmuştur. Eski Türklerde ordu teşkilatı ile idare teşkilatının yönetici kadrosu aynı kişilerden oluşmuştur. Devletin yönetici zümresinin büyük bir çoğunluğu aynı zamanda savaş dönemlerinde ordu kumandanlığı görevini ifa etmiştir. Bu sonucun Türklerin ordu-millet anlayışı ile ilgili olduğu açıktır.

 
                                                                                                                                                     Tuna ÜZER 
                                                                                                                                                tunauzer@gmail.com

25 Ağustos 2013 Pazar

Sakarya Meydan Muharebesi'nin Fedakâr Başkumandanı


 SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ'NİN FEDAKÂR BAŞKUMANDANI


  Kütahya-Eskişehir Savaşı’nı kaybeden Türk Ordusu,daha fazla kayıp vermemek ve tekrar toparlanmak için zor bir karar ile Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmişti.Muharebe döneminin en buhranlı zamanı yaşanıyordu.Asker kaçaklarını önlemek,asker ve teçhizat arayışı,Sakarya Nehri’ne doğru ilerleyen Yunan Ordusu,mecliste yükselen ve sertleşen muhalif sesler,ölü ve yaralılar ile dolu hastaneler,yenilginin neden olduğu moral bozukluğu ve endişeler…
  
    Ordunun çekilişi mecliste çok sert tartışmalara neden olmuştu.Mustafa Kemal ve Mustafa Fevzi Paşa meclisi sakinleştirmeye ve sert eleştirilere göğüs germeye çalışmıştı.Meclisin Kayseri’ye taşınması konusu tansiyonu daha da yükseltmişti.Yunan Ordusu Sakarya’da durdurulamaz ise Ankara’ya girecek ve Ankara düşecekti.Yunan Ordusu’nun Ankara’ya girmesi ise çok büyük bir felaketi ve korkunç bir durumu doğuracaktı.Bu endişeyi paylaşan Mustafa Kemal ve Mustafa Fevzi Paşa işi şansa bırakmak istememişti.Ve meclisin Kayseri’ye taşınmasına karar verdiklerini açıkladılar. Ordu’nun geri çekilmesi tartışmalarının sürdüğü,cephelerin çöktüğü,ordunun geri çekildiği ve Yunan Ordusu’nun Sakarya Nehri’ne yaklaştığı vahim bir durumda Meclis’te siyasi bir kriz patlak vermişti.Krizin çıkmaza sürüklendiği ve morallerin çöktüğü bir durumda Dersim Mebusu Diyap Ağa söz hakkı istemiş ve kürsüye çıkmıştı.Bu Diyap Ağa’nın ikinci ve son kürsüye gelişi idi;ilki mebus yemini etmek içindi.Diyap Ağa: 

"Efendiler! Biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi ?" 

   Mebuslar, meclisin taşınmasına karşı çıkmıştı. Bu karşı çıkışta Diyap Ağa’nın cesaret veren konuşmasının ve Milli Mücadele’ye ölümüne bağlılığının rolü büyüktü. 

   Yunan Ordusu yenilen Türk Ordusu’na öldürücü darbeyi vurmak için zaman kaybetmeden hazırlıklarını yürütüyordu. Yunan’ın tekrar saldırıya geçeceği,Türk tarafınca bilinen ve endişe ile karşılanan bir gerçekti.Türk Ordusu’nun ve Meclis’in kaybedecek zamanı yoktu.Cepheleri teftişe gönderilen mebus heyeti,2 Ağustos 1921 tarihinde meclisi durumun vahimliği konusunda bilgilendirmişti.Heyet,olağanüstü önlemlere ihtiyaç olduğunu ve bu önlemlerin hiç zaman kaybedilmeden alınması gerektiğini meclise anlatmıştı.Olağanüstü önlemleri almak ve hızlı bir şekilde uygulamak için ordunun başına Mustafa Kemal’in geçmesi önerisinde bulunmuşlardı.Bu öneri mecliste dalgalanmalara neden olmuştu.Mustafa Kemal’in askeri yeteneğine güvenenlerin yanı sıra Enver Paşa’nın diktatörlüğü hafızalarda taze iken Mustafa Kemal’e başkumandanlığın verilmesini endişe ile karşılayanlar da vardı.Mustafa Kemal ise bu zor görev için aceleci davranmamış ve kendisini ordunun başına geçirmek isteyenlerin samimiyetini tartmıştı.O vakitler meclis içinde Mustafa Kemal’in bir şekilde harcanıp şahsının geri planlara atılmasını istemeyenler yok değildi.Mustafa Kemal’in başkumandanlığında ordunun bir yenilgi yaşaması onların işine gelecekti.Meclis başkanlığı görevini yürüten Mustafa Kemal son ana kadar tartışmaları bir köşede dinlemek ile yetinmişti. 

  4 Ağustos’taki gizli oturumda sessizliğini bozan Mustafa Kemal,kendisine gösterilen güvene teşekkür ettikten sonra,başkumandanlığı kabul ettiğini ancak arzu edilen başarıyı sağlayabilmek için meclisin yetkilerinin de kendisine devredilmesini isteyen bir önerge verdi.Diktatörlük endişelerini gidermek için milli hakimiyete bağlı kalacağının garantisini vermiş ve samimiyetini göstermek için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir süre ile sınırlandırılmasını istemişti.Fakat bu garantiyi verdiği halde mecliste itirazlar ve tartışmalar başlamıştı.Endişelere,itirazlara ve tartışmalara son noktayı koymak için kürsüye çıkan Mustafa Kemal,uzun konuşmasıyla meclisi ikna etmeyi başarmıştı."Başkumandanlık Kanunu" önergesi 5 Ağustos Cuma günü meclis gündemine gelerek gizli oylamada 13 ret oyuna karşılık 169 oyla kabul edilmişti.Hemen arkasından açık oturumda yapılan oylamada 184 üyenin oybirliği ile  Mustafa Kemal,Başkumandan olmuş ve meclisin yetkilerini kullanması onaylanmıştı.8 Temmuz 1919 tarihinde çok sevdiği askerlik görevinden istifa etmek zorunda kalan Mustafa Kemal,bu muazzam yetkileri ve sorumluluğu üstlendiğinde 40 yaşında idi.

 
   Başkumandan hiç zaman kaybetmeden 7 – 8 Ağustos tarihlerinde perişan haldeki orduyu güçlendirmek amaçlı "Tekâlif-i Milliye Emirleri"ni yayınlamıştı.Genel seferberlik ilanından sonra,12 Ağustos 1921 tarihinde Batı Cephesi Karargâhı’nın bulunduğu Polatlı’ya gelmişti.Yunan taarruzundan önce ki hazırlıkları incelemek için yanındaki heyet ile cepheye yakın bir tepeye çıkmıştı.Başkumandan çevreyi dürbün ile inceledikten sonra yere serili harita üzerinde planlar yapmıştı.İncelemeler bitince Mustafa Kemal Paşa tepeden inmek için atına tam binerken,bir şeylerden ürken at parlayınca,ayağı üzengiden kayıp yere düşmüş,sol böğrünü yerdeki bir taşa çarpmıştı.İsmet Paşa’ya tutunarak zorlukla ayağa kalkmıştı.Ürken atı yanına getirtmiş,okşayıp öpüp atı sakinleştirmişti.Tepeden yavaş yavaş indikten sonra otomobiller ile çok yavaş ilerleyerek Polatlı’ya gelmişlerdi.Mustafa Kemal Paşa vagonuna çekilmişti.Başkumandanın ilk muayenesini Cephe Sağlık Müdürü Dr.Murat Cankat yapmıştı.Sağlık Müdürü’nün tahminine göre Mustafa Kemal Paşa’nın bir ya da iki kaburgası kırıkmış ve kırılan bir kaburga Paşa’nın ciğerine batmıştı.Kırık kaburganın ciğere batması Başkumandan’ın sesini kısıyor ve nefesini kesiyordu.Bunun yanında şiddetli bir acı yaşıyordu.Başkumandan’ın sağlık durumunun netlik kazanması için röntgeninin çekilmesi gerekiyordu.O zamanlar tek röntgen cihazı Ankara’daki Cebeci Hastanesi’nde bulunuyordu.Mustafa Kemal Paşa’nın  bir an önce Ankara’ya gitmesi gerekiyordu.Hastaneye hazırlık için gizlice haber ulaştırılmıştı.Yolculuk için trenin hazırlanma emri verilmişti.Olay gizli tutulacaktı. 
   
   Ankara’ya varan Başkumandan’ın röntgeni çekilmiş ve doktorlar kırık bölgeye müdahale etmişti.Müdahaleyi yapan doktorlardan Prof.Dr.Mim Kemal Öke Başkumandan’ın durumunu şöyle anlatır: 

"...Cephede ürkmüş bir at kaburga kemiklerini kırmıştı.Çok acı çekiyorlardı.Üstelik,kırık kemiklerden biri ciğerine batmaktaydı.Nefes almakta bile güçlük çekiyorlardı.Bu ızdırabın içinde bile,hiç durmadan cepheyi,savaşı düşünüyorlardı.Bu maddi acılar,hele bu kırık ağrıları, hele ciğerine batmakta olan kemiğin verdiği ızdırap...Sadece biri bile insana,içinde yaşadığı dünyadan alıp sade kendi bencil dünyasına sürükler.En yakınlarını,en sevdiklerini bile düşünecek hal bırakmaz hastada...Nihayet güç halde elde ettiğimiz bir plaster ile kırık tarafı tespit ettik...Biraz rahatladılar. "  

  Başkumandan’ın kırılan sol kaburgası alçıya alınamadığı için Dr.Mim Kemal Öke,belden yukarısını kalınca bir band ile sıkıca sarmıştı.Kırık kaburganın zamanla kaynayıp iyileşmesi beklenecekti.Sürekli cepheyi düşünen Başkumandan’ın bir süre hareket etmeden ve az konuşarak dinlenmesi gerekiyordu.Dr.Mim Kemal Öke : 

"Paşam,yatarak ve az hareket ederek dinlenmeniz gerekiyor.Aksi takdirde kaburgadaki kırık,ciğerdeki tahriş,başımıza çok iş açar.Velhasıl cepheye dönmeniz mümkün değil.Yoksa ölürsünüz."

 Odada bulunan Dr.Adnan Adıvar,Dr.Refik Saydam,Dr.Şemsettin Bey ve Dr.Murat Cankat bu kati tavsiyeyi başlarını sallayarak onaylamışlardı.Başkumandan’ın bu durum karşısındaki tavrını Prof.Dr.Mim Kemal Öke şöyle anlatır: 

"Kesin olarak yatmaları,kımıldamamaları gerekiyordu.Fakat kendilerine söz geçirmek mümkün olmadı."

    Tedaviden sonra Başkumandan Çankaya’ya dönmüştü.Kendisini ziyarete gelen bakanlara yarın (17 Ağustos 1921 - Kazadan 5 gün sonra)  cepheye döneceğini söylemişti.Yanındakiler bakanların moralini yükseltmek için böyle söylediğini düşünmüştü.Ta ki cepheye gitmeye karar verdiği günün sabahında tıraş olmuş ve giyinmiş bir şekilde görününceye kadar.Muhafız Alayı Komutanı Yüzbaşı İsmail Bey’e yarın taburu ile beraber cepheye hareket etmesini emretmişti.Akabinde arkalığı öne ve arkaya yatan bir koltuk bulunmasını istemiş ve demiryolu ambarına bakılmasını tavsiye etmişti.Tren yolculuğunu bu yatan koltuk ile yapacaktı.1 saat sonra cepheye hareket edeceklerini söylediği vakit,yaverleri Başkumandan’a doktorların tavsiyesini hatırlatmışlardı.Ordunun kendisine ihtiyaç duyduğunu,ordunun ve meclisin zor günler geçirdiğini ve üzerindeki ağır sorumluluğu hiç unutmayan Başkumandan,yaverlerine şöyle cevap verdi: 

"Böyle günde yatılır mı çocuk ?"

 Başka herhangi bir insanın yatağında kımıldanamayacağı bir sağlık durumunda Başkumandan Mustafa Kemal Paşa,Sakarya Savaşı’nı yönetmek üzere tren ile cepheye gitmişti.O esnada Yunan Ordusu cepheye biraz daha yaklaşmıştı.Yunan Ordusu morali yüksek ve Türk Ordusu’na göre asker sayısı ve teçhizat bakımından daha üstündü.Böyle bir özgüven ile ilerleyen Yunan Ordusu,1 ay sonra kendisine büyük bir yenilgi yaşatacak olan hasta Başkumandan’ın kendisine yaklaştığından habersizdi. 

 Başkumandan iyi görünmeye çalışıyordu fakat kımıldadıkça acı çekiyor ve Başkumandan'ın yüzü terliyordu.Çalışmalarını karargâh odasındaki arkaya yatan koltukta sürdürmüştü.Mecbur kalmadıkça hareket etmemiş ve böylelikle doktorların tavsiyesini az da olsa yerine getirmişti. 

  Başkumandan’ın cepheye geldiği 17 Ağustos 1921 tarihinden 6 gün sonra 23 Ağustos 1921’de Yunan Ordusu taarruza geçmiş ve Sakarya Meydan Muharebesi başlamıştı. 

  Sakarya Muharebesi,100 kilometrelik cephede  22 gün 22 gece sürmüştü.Sakarya Muharebesi,tarihin en kanlı savaşlarından bir tanesi olup,Türk Ordusu çok sayıda subayını şehit verdiği için "Subaylar Savaşı" olarak da anılmıştır.

"Hatt-ı müdafaa yoktur;sath-ı müdafaa vardır.O satıh bütün vatandır.Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz." emrini bu muharebede veren Mustafa Kemal Paşa,Sakarya Muharebesi’ni "Melhame-i Kübra" ifadesi ile anardı.Yani "çok büyük ve kanlı savaş" 

 İsmail Habip Sevük,Sakarya Muharebesi’ni şöyle tasvir etmiştir: 

"13 Eylül 1683 günü Viyana'da başlayan çekilme,238 sene sonra (13 Eylül 1921) Sakarya'da durdurulmuştur."   

    Sakarya Muharebesi,Milli Mücadele’de kırılma noktası olmuş ve Türk Milleti’nin kaderini tayin etmişti.Bu önemli savaşı Türk Ordusu Başkumandanı Mustafa Kemal Paşa,kendi sağlığını hiçe sayarak cephede yönetmişti.Muharebeden sonra o günlerdeki sağlık durumundan bahsederken muharebenin son taarruz emrini verdiğinde kaburgasının iyileştiğini söylemişti.Başkumandan’ın bu fedakârlığına karşılık Türkiye Büyük Millet Meclisi,İsmet Paşa ve Fevzi Paşa'nın  teklifi üzerine Mustafa Kemal Paşa’ya "Gazi" unvanını ve "Mareşal" rütbesini vermişti.Mustafa Kemal Paşa,meclisin bu kararına bir teşekkür konuşması ile karşılık vermiş ve "Gazi" unvanının ve "Mareşal" rütbesinin asıl sahibinin Türk Ordusu olduğunu belirten bir bildirge yayımlamıştı.


                                                                                                                                                           Tuna ÜZER 
                                                                                                                        tunauzer@gmail.com

Yararlanılan Kaynaklar:

Şu Çılgın Türkler - Turgut Özakman
Ama Hangi Atatürk - Taha Akyol 
Atatürk Kronolojisi - Oktay Mert
Anılarla Mustafa Kemal Atatürk - İsmet Kür

                                                                                              

7 Nisan 2013 Pazar

NAZİ TOPLAMA KAMPLARI VE GAZ ODALARI


NAZİ TOPLAMA KAMPLARI VE GAZ ODALARI

Adolf Hitler’in 1933 yılında Almanya Şansölyeliği’ne seçilmesinden sonra Yahudilerin haklarını kısıtlayıcı uygulamalara başlanmıştı. Hitler, birçok konuşmasında Alman bekası için Yahudilerin bir engel teşkil ettiğini belirtmiş ve Yahudileri hedef göstermişti. Hitler’in hayali olan 3.Reich’ta yani Alman dilini konuşan halklardan oluşan Büyük Alman İmparatorluğu’nda Yahudilere, saf Alman Irkı’nı bozacak hiçbir etnik gruba ve bu hedefe ulaşmada engel teşkil edecek bir etkene yer yoktu. Bu sebeple Yahudiler, Çingeneler, akıl hastaları ve Nazi Rejimi muhalifleri sistemli bir şekilde etkisiz hale getirilmişti. Günümüzde birçok insan, Nazilerin yalnızca Yahudileri katlettiği yanılgısındadır. Oysaki Nazi katliamının kurbanları arasında Çingeneler ve Alman ırkın saflığına tehdit olduğu düşünülen özürlü ya da akıl hastası olan Almanlar da vardı. Bu sistemli yok edişte milyonlarca insan öldürülmüş, bu insanların çok büyük bir kısmı toplama kamplarında, fırınlarda ve gaz odalarında imha edilmişti.

Naziler, işgal ettikleri ve müttefiki olan ülkelerdeki Yahudileri kalacakları herhangi bir yerin bulunmadığı kenar mahallelere sürmüştü. Yahudiler o dönemde sarı bir yıldızla işaretlenmiş olarak dolaşmak zorundaydı. Bu yöntemle Yahudiler diğer insanlardan ayırt ediliyordu. Nazilerin işgal ettiği Polonya’nın bütün büyük şehirlerinde kenar mahalle gettoları kurulmuş; Alman, Avusturyalı ve Çek Yahudiler de buralara gönderilmişti. Gettolara getirilenler daha sonra trenlerle toplama kamplarına götürülmüştü.


İlk toplama kampı 1933 yılında Münih yakınındaki Dachau kentinde inşa edilmişti. Bu kamp ilk başta sırf siyasi tutukluları yani Nazi Hükümeti’ni rahatsız eden sosyal demokratları, pasifistleri ve diğer Nazi aleyhtarı entelektüelleri ortadan kaldırma amacıyla inşa edilmişti. Fakat daha sonra bu kamplar, Nazilerin istemedikleri diğer grupların ve elbette ki Yahudilerin mezarı olmuştu. Savaşın sonuna kadar 20 küsur ana kamp ve bunlara bağlı yüzlerce küçük kamp kurulmuştu. Hitler ve yandaşları katliam fikirlerini savaşın sonu belirsizleşmeye başlayınca uygulamaya sokmuştu. Buna “Son Çözüm” diyorlardı.


Hitler, Berlin’de 30 Ocak 1940 yılında yaptığı konuşmada toplama kamplarını kendilerinin icat etmediğini ve bu yöntemi İngilizlerden aldıklarını söylemişti. Hitler’in o konuşması şöyleydi;
Bu savaşın faturası kadınlara ve çocuklara kesilmesin diye ağlıyorlar. İngiltere ne zamandan beri kadınları ve çocukları düşünüyor? Hâlihazırda bize karşı uygulanan bu bütün kuşatma savaşı bile kadınlara ve çocuklara karşı uygulanan bir savaştan başka bir şey değil, aynen Boer Savaşı zamanındaki gibi. Savaşta toplama kampları icat edilmişti. İngiliz aklı bu fikre hayat verdi. Biz sadece bunu ansiklopedilerden okuduk ve çok önemli bir farkla kopyaladık. İngiltere kadınları ve çocukları bu kamplara kapattı. O zaman 20 binden fazla Boer Kadını acılar içinde öldü.”

Hitler’in toplama kamplarını kendilerinden önce İngilizlerin kullandığı görüşü doğrudur. İngilizler 1899–1902 yılları arasında 500.000’lik bir kuvvetle Güney Afrika’yı işgal edip, buradaki Boer kadınlarını ve çocuklarını toplama kamplarına kapatmıştı. Bu kamplarda 27,927 Boer kadın ve çocuk ölmüştü. Bunlardan 24.000’i 16 yaş altındaki çocuklardan oluşuyordu. Bunlara ek olarak 100.000 civarında tahmin edilen sivil siyah Afrikalı öldürülmüştü.

Toplama kamplarına toplananların imhası için Heinrich Himmler ve Reinhard Heydrich görevlendirilmişti. Himmler ve Reinhard, Hareket Birlikleri (Einsatzgruppen) adı verilen infaz birlikleri kurmuştu. Bu birlikler SS (Schutzstaffel) kuvvetlerinden, polislerden ve Wehrmacht (Nazi Savunma Gücü) askerlerinden oluşturulmuştu. Nazilerin yıllar boyu beyin yıkaması sonucu ırkçılık Alman askeri arasında çok yaygınlaşmıştı. Hareket Birlikleri kamptaki esirleri ormana götürüyor ve kendi mezarlarını kazabilmeleri için onlara kürek veriyordu. Hareket Birlikleri esirleri kurşuna dizerek öldürüyordu. Heinrich Himmler, bu uygulamanın çok yavaş olduğuna karar vermişti. Böylece toplu mezarların kazılmasını emretmişti. Bu yöntem bile onlar için çok zaman alıyordu. Bu sefer SS’ler Kiev yakınlarında “Babi Yar” olarak bilinen 150 metre uzunluğunda,30 metre genişliğinde ve 15 metre derinliğinde bir hendek hazırlamışlardı. Buraya getirilenler son ana kadar oraya neden getirildiklerini bilmiyorlardı. Esirler çukurun önüne getirilerek makineli tüfeklerle taranmıştı. Hareket Birlikleri tarafından 2 günde (29–30 Eylül 1941) 33.771 Yahudi bu hendekte idam edilmişti. Katliamdan 29 kişi ölü taklidi yaparak sağ olarak kurtulmuştu. Bunlardan biri olan Dina  Pronicheva yaşadıklarını Babi Yar isimli bir kitapta anlattı. Daha sonraki aylarda Babi Yar’da katliamlar devam etmişti. Kiev’deki Alman işgali bitene kadar Babi Yar’da 100.000 kadar insanın katledildiği düşünülmektedir. Babi Yar Nazi katliamlarının sadece biridir. Naziler tarafından birçok katliam gerçekleşmişti. Fakat hiçbiri 29–30 Eylül tarihleri arasında Babi Yar’da gerçekleşen katliam kadar yoğun olmamıştı.

Toplama kamplarında çeşitli işkenceler ile ölenlerde olmuştu. Ölümlerin bir kısmı Nazi doktorların akıl almaz deneyleri sonucu gerçekleşmişti. Kamplardakilerin tek düşmanı Naziler değildi. Naziler tarafından kurşuna dizilmeden önce açlık ve hastalıklarla birçok Yahudi ölmüştü. ABD ordusuna bağlı bir subayın anlattıklarına göre, esirler açlıktan karıncaları yiyordu. Kamplardaki kötü şartları daha iyi anlayabilmek için Belsen toplama kampında kadın hastalardan sorumlu kadın sağlıkçının anlattıklarına kulak verelim:

     “Kamplarda neredeyse yatak ve battaniye yoktu. Tutukluların hepsi çıplak zeminde yatıyordu. Bu sebeple çoğu hastalıktan öldü. Geri kalanların bir kısmı ise açlıktan öldü. Kamptakilerin %75’i hastalıklardan muzdaripti. Günde ortalama 250 kadın ölüyordu. Ölen erkek sayısı çok daha fazlaydı. Ana kamplarda yaşam çok zordu. Oralarda binlerce insan açlıktan öldü. İngiliz ordusunun buraya gelmesinden 2 gün önce bir kızıl haç ekibi kampa yemek getirdi. Bundan iki ay önce kampa 250 kilogram çikolata gönderilmişti. Ancak mahkumlara 10 kilogram dağıttılar. Geri kalan SS komutanlarınca paylaşılmıştı.”

Kamplarda yaşayanlar, oralardan sağ kurtulan çok az insan tarafından anlatılmıştır. Kamplarda yaşanan akıl almaz vahşetlerden bir tanesi şöyledir: Kamp içinde bulunan devasa bir ahşap binaya 200’den fazla kişi doldurulmuş. Ve bina ateşe verilmiş. Kaçmak isteyenler ise otomatik silahlarla taranmış. Yine de bazıları bu cehennemden kurtulmayı başarmış. Ancak son anda kamp çevresinde elektrik verilmiş dikenli tellerde kömürleşerek can vermiş.
 
Himmler, Hareket Birlikleri’nden birinin çalışmalarına katılmıştı. Bu toplu ölümlerin askerler üzerindeki psikolojik etkileri dikkatini çekmişti. Bu yüzden alternatif yöntemler aramaya başlamıştı. Bu arayışı içlerine gaz boruları sarkıtılan odacıkların kurulması fikrini,1 sene sonrada gaz odalarını ortaya çıkardı. Gaz odaları aslında 1789 Fransız Devrimi başında bulunan bir ölüm yöntemiydi. Hatta Almanlardan önce bu yöntem 1920'lerin başında, ABD'de idam mahkumları için kullanılmıştı.

   Kamptaki insanlar toplu duş alacakları yalanıyla gaz odalarına alınmıştı. Odaların tavanındaki duş başlıkları bu ölüm odalarına banyo süsü vermişti. Gaz odasının yan tarafında gaz verilişinin ve gaz basıncının kontrol edildiği bir teknik oda bulunuyordu. Zehirli gaz verilmek suretiyle öldürülen insanların cesetleri gaz odalarından sonra krematorya adı verilen odaya alınıyordu. Ve buradaki fırınlarda yakılıyorlardı. Ayrıca Naziler gaz odalarının farklı bir versiyonunu da kullanmıştı. Kamyonlara başka bir kampa götürüleceklerini sanan Yahudiler doldurulduktan sonra, kamyonun egzoz dumanını kamyonun arka kısmına bağlanmış ve bu yolla kamyondaki Yahudilerin egzoz gazından boğulması sağlanmıştı.

Nazi işkenceleri, kurşunları ve gazları yanı sıra açlık ve hastalıklardan ölen Yahudi sayısı 6 milyon civarındadır. Bunlara ek olarak on binlerce akıl ve beden hastası, çingene ve Nazi muhalifi öldürülmüştür. Nazilerin kullandıkları bazı ölüm yöntemleri onlardan öncede kullanılmış yöntemlerdi. Fakat bu yöntemler daha önce bu kadar insanın canını almamıştı.

2.Dünya Savaşı’ndan sonra Nazi Partisi’nin önde gelen 24 ismi Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nde “insanlık suçu, savaş suçları, dünya barışına karşı işlenen suçlar ve savaşa sebep olmak” suçlarından yargılandı.12 sanık (Goering, Ribbentrop, Keitel, Kaltenbrunner, Rosenberg, Frank, Frick, Streicher, Sauckel, Jodl, Seyss­Inquart ve Bormann) idama mahkum edildi.3 kişi (Hess,Walther Funk ve Raeder) 10–20 yıl arasında hapis cezasına çaptırıldı. Üç sanık (Hjalmar Schacht, Franz von Papen, Hans Fritzsche) beraat etti. Ölüm cezaları, iki istisna ile 16 Ekim 1946’da yerine getirildi. Göring idam saatinden kısa süre önce intihar etti. Bormann ise hâlâ bulunamamıştı. 1972 yılında Lehrter İstasyonu'nun yapımı sırasında gömülmemiş iki adet ceset bulundu. Yapılan araştırmalarda iki cesedinde siyanür içerek öldüğü saptandı. Yapılan DNA testlerinden sonra cesetlerden birinin Hitler’in doktoru Ludwig Stumfegger’e diğerinin de Martin Bormann’a ait olduğu tespit edildi. Diğer 10 sanık asıldı, cesetleri yakıldı ve külleri Jizera Nehri’ne atıldı. Hapis cezasına çarptırılan yedi önemli savaş suçlusu, Berlin’deki Spandau Hapishanesi’ne iade edildi. Ve böylece Naziler tarafından öldürülen milyonlarca insanın intikamı sembolik olarak alınmış oldu.
                                                          
                                                                                                          Tuna ÜZER 
                                                                                                            tunauzer@gmail.com